LA CASA DE PAPEL – İNCELEME
Netflix’in son zamanlardaki en popüler dizisi olan La Casa de Papel, konusu itibariyle oldukça geniş bir kitleye hitap eden bir gerilim-gizem dizisi. İspanya’nın en büyük darphanesini soyma planı üzerine kurulu olan dizi, genel olarak bir Prison Break teması içeriyor.
La Casa de Papel, iyi bir dizi değil.
La Casa de Papel, kesinlikle ‘aşırı’ abartılmış kategorisine sokacağımız tarzda bir yapım. Popülaritesini genç kitleye hitap etmesine borçlu ve bir anlamda Netflix’in tüm dünyaya yayılma politikasının en doğru hamlesi denilebilir. İçerik olarak kesinlikle bir izleyici için her türlü opsiyonu vaat ediyor. Aşk var, gizem var, ‘yuh artık!’ dedirtmeye çalışma var… Yani kendisini kaliteli bir şeyler izlediğine ikna etmek isteyen bir izleyici için kesinlikle ikna olacağı unsurları bulmak zor değil.
Gelelim La Casa de Papel neden iyi bir dizi değile.
Soygunun beyni olan Profesör karakteriyle birlikte oldukça alengirli bir soygun hikayesi izleyeceğimizi zannediyoruz. Çünkü Profesör, senaristler tarafından abartılı bir şekilde ‘zeki’ olarak tasvir ediliyor. Ancak durum böyle değil. Profesör, kendinden beklenmeyecek bir şekilde amatör bir ekip kullanarak işe başlıyor ve dizinin kurgusal anlamda ilk tepetaklak oluşu da burada gerçekleşiyor. Bu kadar abartılan bir plana sahip olan Profesör, 5 aylık emeğini her bölümde en az iki üç kez birbiri ile anlaşmazlık yaşayan, eğitimdeki her kuralı tek tek çiğneyen, zeka parıltısı içermeyen 6-7 andavala bırakmalı mı?
Bu sorunu Prison Break çok iyi çözmüştü. Michael Scofield, en az Profesör kadar zeki ve pratik bir karakter olarak tasvir edilmişti ve Prison Break, ilk sezonu boyunca hiçbir zaman bu tasvirle çelişecek anlara rastlamamıştı. Genel olarak ekibini ‘pragmatist’ yaklaşımlarla belirleyen Scofield, belki de bu tarz ‘olmamış foreshadowing’lerle ilerleyen dizilerdeki en akılcı tercihleri yapan karakterdi. Çünkü elindekilerle yetinmek zorunda olduğunu izleyicisine çok iyi anlatabilmişti.
Ancak Profesör öyle değil. Koskoca İspanya’da, seçe seçe, yalnızca en aptal olanlarını seçmesi tesadüfle ya da ‘aldanmışlık’la açıklanamaz. Profesörün politik çizgisine yakın karakterler değiller, Profesör’ün zorunda olduğu kişiler değiller, iyi kalpli insanlar ancak geçmişleri kötülüklerle dolu… Yani Profesör’ün onları yalnızca yetenekleri için seçmediğine dair hiçbir kanıtmız yok elimizde. Bu da karakterlerin aptallıklarının içi boş birer unsur olarak dizide sıkça karşımıza çıkmasına yol açıyor.
X karakteri Y karakterine bağırır. Y, X’e silah çeker. Profesör olayları toparlar. Z, ekibi satmayı düşünür. Q, rehineye aşık olur. X, Q’nun bu aşkını öğrenir. Aynı zamanda X, W’ye aşık olur… Profesör olayları toparlar. Döngü başa döner.
Genel anlamda, karakterler arası olay şemaları bu yönde. Tarihin en önemli soygunlarında, yalnızca 4-5 gün gibi bir kısa sürede bu kadar kişisel olayları karakterlere yaşatmak kesinlikle zaman örgüsüne ihanettir ve bir senaryo hatasıdır. Onlarca bölüm olduğu için sanki çok fazla zaman geçiyor aldatmacasını kullanan senaristler, neredeyse tüm bu yaşanan kurgusal saçmalıkların 4-5 güne sığdığını hesap edemiyor dizi kesinlikle olmaması gereken bir hale geliyor.
Rehineler, soygunculara aşık oluyor. Soyguncular, birbirlerine aşık oluyor. Dedektif, Profesör’e aşık oluyor. Profesör, Dedektif’e aşık oluyor… Dizi, Kavak Yelleri tarzında aşk üçgenleriyle bölümleri kurtarmaya çalışırken, bir dizinin düşmemesi gereken en büyük hataya düşüyor: Foreshadowing Aldatmacaları.
Şimdi, genel olarak La Casa de Papel bölümlerinin işleyişi şu şekildedir.
- Bölüm henüz yeni başlamışken nereden geldiği belirsiz kurgusal bir öge, bölümün temasını belirler. Bu bir silah da olabilir, rastgele, daha önce görmediğimiz şeylerin sanki oradaymış gibi gösterilmesi de olabilir, bir ceketin içerisindeki makas da olabilir, bir tüfeğin yerde unutulması da olabilir, bir telefonun açık kalması da olabilir.
- Bölüm ortasında, yapılan bu hata ayyuka çıkar ve herkesi panik sarar.
- Karakterler birbirleri arasında kavga eder.
- Profesör’ün başına aksilikler gelir ve Profesör ‘korkak’ tavırlarla bu durumları kurtarır. Aynı zamanda da soyguncularının başındaki belayla uğraşır.
- Soyguncular bölüm başındaki olayları kontrol altına alır.
- Polisler yine çaresiz kalır.
- Aslında tüm bu yaşanılanların Profesör’ün sonsuz ihtimaller zincirinde hesaba katılmış olduğu görülür ve PLAN Z işleyişe konulur.
Senaryo yazımındaki en kolaya kaçılan ‘script’ budur. Tümdengelim, hem seyirciye ‘vay be’ çektirir, hem de senaristleri büyük bir yükten kurtarır. Çünkü yazarken, ‘her şey Profesörün planı’ olacağı sürece, neler olacağını yazmak çok kolaydır ve bölüm sonunda da Profesör yeniden kazanan kişi olacağı için izleyiciden anlık olarak maksimum tepki elde edilir.
‘Vay beee, ne Profesör ama, bunu bile düşünmüş!’
Hayır, Profesör bunu bile düşünmedi. Senaristler sadece bizleri kandırdı. Onlar zaten ‘bir şeyler yazalım, profesörün planı olsun ve bölümü böyle geçirelim, izleyici de ‘hasiktir’ çeksin diyerek yazdılar her bölümü.
Bunu yaparken de belli başlı şeyleri iyi yaptılar ve La Casa de Papeli muadillerinden bazı anlamlarda pozitif olarak da sıyrıldı. Şimdi gelelim dizinin pozitif yanlarına.
Karakterlerine derinlik kazandırmaya çalışmaları güzel çünkü yapacakları saçma hamleleri anlamlandırma imkanımız zaman zaman oluyor. Berlin karakteri ve Nairobi karakteri detaylı (ve orijinal) yazılmış, (politik ve duygusal anlamda, kişilik özellikleriyle de) derinlikli karakterler ve kendilerini izletebilen karakterler. Karakter geçmişleri de dizinin ‘inişli çıkışlı’ bol gerilimli (sonunda ne olacağını bildiğimiz) kurgusunun içerisinde resmen nefes alabileceğimiz enfes anlar. Bir ‘derinlikli’ yapım izlediğimizi bu sahnelerde anlıyoruz ve kişisel olarak dizide en keyif aldığım sahneler de geçmiş sahneleriydi.
Estetik olarak güzel sahneler izlediğimizi de kabul etmek gerek. Renk kullanımları, müzik kullanımları ve de sinematografi oldukça kaliteli. Yer yer suyu çıkarılan yakın plan çekimlerle bizleri baysa da, kamera kullanımıyla ve de mekanlarıyla kesinlikle ‘kaliteli’ bir izlenim yaratıyor. Bu da dizinin gerçek artılarından bir tanesi.
Hikayenin politik bir altyapıya sahip olması, önemli bir detay çünkü Profesör’ün soyguna dair gerçeklerini öğrenmemiz, Berlin ile Profesör arasındaki ilişkileri öğrenmemiz ve soygunun gerçekte neden yapıldığını bilmemiz bizleri pek etkilemiyor, politik altyapısı dışında… Dizi, genel anlamda kapital düzene bir karşı duruşla kendisini ilgi çekici hale getirmeyi başarıyor. Bu manada, sol düşünceleri en popülist tavırlarla izleyiciye sunsa da, genel anlamda eğer diyalogları göz ardı edip yalnızca fikri değerlendirirsek, La Casa de Papel politik altyapısı olmadan açıkçası bomboş bir dizi olurdu.
Genel manada, kesinlikle hitap ettiği kitleyi çok geniş tutmasıyla kaybeden bir yapım La Casa de Papel. Belki, buna Netflix gözünden bakılırsa kaybetmek denilemez ancak, müthiş bir şansı elleriyle ittikleri de bir gerçek. Aşırı bunaltan aşk üçgenleri, oldukça sürreal karakter çatışmaları ve ‘duygusal’ örgüler, zaman şemasının oldukça dar oluşunun unutulmasıyla birlikte gelen ‘bu kadar şey bu kadar günde olur mu ya’ isyanı, Profesör’ün zekilikle alakası olmayan amatörce hareketleri ve zaman zaman irite edici ‘ben çok zekiyim’ gösterişlerinin senaristler tarafından gözümüze sokulması La Casa de Papel’i bir kaybeden yapıyor.
İyi oyunculukları, Berlin, Nairobi ve sinematografisi bile La Casa de Papel’i kurtaramıyor ve bir ‘fantezi’ ürünü izliyoruz. Resmen bir gerilim-gizem mastürbasyonu eşliğinde, ‘yalancı’ şoklarla saatlerimiz harcanıyor ve dizi bittiğinde herkesin aklında şu soru oluşuyor.