PHANTOM THREAD – İNCELEME
Paul Thomas Anderson, genç yaşında başladığı yönetmenlik kariyerinde, her filmiyle anlatım dilini geliştiren ve anlattığı öykülerini de ekrana ‘klas’ bir şekilde aktarabilen nadir yönetmenlerden. Daniel Day-Lewis’in destansı oyunculuğu ile beraber geçmiş yıllarda çektiği There Will Be Blood filmiyle dünya çapında adından söz ettiren Paul Thomas Anderson, 2014 yılında çektiği Inherent Vice filmiyle de hitap ettiği kitleyi kesinleştirip anlatım dilini de keskinleştirmişti.
Şimdi de, 1950’lerde dünya çapında ünlü bir terzinin basit görünümlü kompleks aşk öyküsünü anlatmayı hedefleyen Anderson, Daniel Day-Lewis’in final filmine de yönetmenlik yapmış oldu.
Reynolds Woodcock, hırslı, işine bağlı, oldukça takıntılı ve de ciddi bir figür çiziyor. Sahibi olduğu moda evinde çalıştırdığı onlarca işçiyi oldukça verimli bir şekilde koordine etmeyi başaran Woodcock, genel olarak etrafında saygı duyulan bir isim. Kadınları, daha doğrusu sevgililerini ilham kaynağı olarak gören Woodcock, hemen hemen her önemli işinden sonra başka bir ilhama ihtiyaç duyduğundan ‘kaynağını’ da değiştirmeyi alışkanlık haline getirmiş bir isim. Anderson’ın hikayesinin çıkış noktası da bu huydan kaynaklanıyor. Woodcock, Alma ile tanışıyor ve bizler, şu ana dek eşi benzeri görülmemiş bir romantik dramanın içerisine giriyoruz.
Alma, Woodcock için zorlu bir partner. İtaat etmeyi sevmeyen, meraklı, inatçı ve ‘özgün’ kişiliğiyle Alma, Woodcock için çoğunlukla bir baş belası. Anderson, ikilinin ilişkilerini genelde ‘nefret’ üzerinden anlatırken bir yandan da karakterlerine derinlik kazandırıyor. Woodcock’un insanlara dair sosyopat tavırları ve duygusuz kişiliği, annesinin ölümünden sonra yalnızlaşmasıyla ortaya çıkmış bir nevroz. Hayatındaki anne ihtiyacını, kendisini kız kardeşine tam bir teslimiyette bırakarak karşılıyor ve Woodcock’un hayata dair hemen hemen her kararını, onunla birlikte yaşayan kız kardeşine bırakıyor. Bu durumda da, iki otoritenin çarpışması kaçınılmaz oluyor ve Alma ile Cryil Woodcock arasında, saygı çerçevesinde, soğuk bir rekabet ortaya çıkıyor. Alma, Woodcock’u kendi yoluyla sevmeyi isterken, Cyril bunun doğru olmayacağını savunarak, Woodcock’u olduğu gibi kabul etmek gerektiğini savunuyor ve filmin temel olarak sorgulaması da bu.
Alma, sıkça gördüğümüz romantik filmlerdeki ‘itaatkar’ kadın profilinden çok uzakta bir yerde olduğu için, film bu anlamda ikili ilişkiler konusunda birden ilgi çekici hale bürünüyor. Anderson, romantik bir filmin nasıl olması gerektiğini oldukça iyi tasarlamış olacak ki, izlediğimiz her sahne bizleri bir yalın ‘gerçeklik’ içerisine sokuyor. Sürreal bir havada, oldukça absürt karakterlerin içerisinde yeterince gerçek ve mantığa dayalı, pragmatist bir aşk hikayesi izliyoruz. Kadın, olması gerektiği gibi ‘tam bir kadın’ profili çizerken, erkek de klişeleşmiş kişilik özelliklerinden sıyrılmış; genel anlamda sınırlarda gezen bir karizma.
Hikayenin düğüm ve çözümü, Anderson’un usta senaristliği sayesinde aynı noktada gerçekleşiyor. Bir yemek esnasında, ikilinin birbirlerine karşı olan gerçek düşüncelerini, kendi ağızlarından dinliyoruz ve artık ilişkinin bir çıkmaza girdiği ‘sesli’ olarak belirtilmiş oluyor. Ancak, bu filmin bir düğümü değil; bilakis bir çözümü oluyor. Kurgu gereksiz detaylardan sıyrılıyor ve hastalıklı bir hale bürünüyor; tam da bir Anderson filminden bekleneceği gibi. Atmosferi, mekan tasarımları ve de kostümleriyle de Woodcock Evi’nin sıradışılığı bu hastalıklı kurguyla birleşiyor ve filmin kalan kısmı, kesinlikle hafızalardan silinmeyecek sahneleri bizlere armağan ediyor.
Woodcock ile ‘imkansız’ bir aşka yenik düşen Alma, çözümü erkeğinin egemenliğini elinden almakta buluyor. Onu zehirli mantarlarla zehirliyor; bunun akabinde de gardını indiren Woodcock’la gerçek anlamda ilk defa yakınlaşabiliyor. Birbirlerini gerçekten sevdiklerini anlayan çift, Woodcock’un iyileşmesiyle birlikte yeniden eski düzene dönüyorlar. Alma, Woodcock ile mutlu bir yaşamın yalnızca ‘zehirli’ bir şekilde olacağını keşfediyor. Woodcock ise, film boyunca seyirciye aktardığı karakterle oldukça çelişen bir şekilde bu fikri seviyor; ve Alma’yı sevmeyi kabul ediyor.
Daniel Day-Lewis’in metot oyunculuğu, Vicky Krieps’in en az Lewis’inki kadar başarılı oyunculuğuyla birlikte kesinlikle unutulmayacak bir performansa, tabiri caizse bir şova dönüşüyor. Anderson’un güçlü kaleminden çıkan diyaloglarla, detaylı yazılmış karakterleriyle ve katmanlı kurgusuyla, üzerinde oldukça çalışılan dekor ve kostüm tasarımlarıyla ve film boyunca peşimizi bırakmayan ‘rahatsız edici sakinlikteki’ müzikleriyle Phantom Thread, şu ana dek sinemada gördüğümüz en absürt, en hasta aşk öykülerinden birini bizlere ‘ciddi’liğinden ödün vermeyen tehlikeli bir masalsılıkta anlatıyor.
Daniel Day-Lewis, oyunculuk kariyerine oldukça şaşalı bir son veriyor.