THE SALESMAN – İNCELEME
İranlı ünlü yönetmen Farhadi, son filmi The Salesman ile izleyiciyi bol katmanlı, derinlikli ve sıradışı bir hikayenin ortasında bırakıyor. Belki de bu yazıya da bu kadar sıradışı, ‘dan’ diye bir giriş yapmamın sebebi bu yüzden. Çünkü The Salesman, neresinden başlayacağınızı bilemediğiniz, eşsiz -tartışmaya açık olmayan- oyunculuklarla sarılı, upuzun bir hikaye.
Emad, hem öğretmenlik yapan hem de öğretmenliğinden arta kalan vakitlerinde eşi Rana ile beraber bir tiyatroda oyunculuk yapan, kendi halinde sıradan bir insan. Bir gün, Rana ile birlikte yaşadığı evleri başlarına çökme tehlikesi ile boşaltıldığında, hayatlarını değiştirecek olaylar da arka arkaya geliyor. Önce, tiyatrodan arkadaşları Babek’in tavsiyesiyle, derme çatma bir eve taşınıyorlar ve hayatlarını yeniden düzene koymaya çalışıyorlar.
Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü adlı eserini tiyatroda eşiyle birlikte canlandıran Emad, oynadığı Satıcı rolünü, farkında olmasa da gerçek hayatında yaşamaya da başlıyor. Eve geç geldiği bir gün, eşinin bilinmeyen bir insan tarafından saldırıya uğradığını gören Emad’ın dünyası tersine dönüyor. Zaten varoluş olarak, öğretmenlik yaptığı sahnelerden de anlıyoruz ki detaycı ve kuralcı bir yapısı bulunan Emad, çok geçmeden karısına bu saldırıyı kimin yaptığını merak ediyor ve bu saldırıyı kurcalamaya başlıyor. Komşularından ve çevreden, kendilerinden önce bu evde bir hayat kadınının çalıştığını öğrenen Emad, karısının başına gelenlerin de kesinlikle bununla alakalı olacağını düşünüyor ve bu durumun üstüne gitmeye başlıyor. Bu durumla paralel olarak, Farhadi bizlere ara ara tiyatrodan kesitler sunarak, Satıcının Ölümü eseriyle, anlattığı hikaye arasında benzerlikler kurmamızı istiyor. Emad, evde eskiden yaşayan kişinin eşyalarının bir hayat kadınına ait olduğunu öğrendiğinde, tiyatro sahnesinde de paralel olarak bir hayat kadını ile diyaloglarına tanıklık ediyor. Çorap, iki hikayede de bizlerin karşısına çıkan bir unsur oluyor. Ve Farhadi, bizlere aslında iki hikayenin çok da birbirinden farklı olmadığını anlatıyor.
Rana ise, saldırıyı travma olarak henüz atlatamamış olsa da, kendisine yapılanları geride bırakmak isteyen birisi. Yalnızca yalnız kalmak istemiyor ve de saldırıya uğradığı bu ‘uğursuz’ evden kurtulmak istiyor. Rana’nın yalnızlığını gören ve ona bir çare bulmaktan ziyade, intikamının peşinde olan Emad ise, karısını sürekli yalnız bırakıyor ve Rana’yı iyi yapmak yerine daha çok kötü yapıyor. Emad, saldırganın aceleyle evden kaçışının ardından unuttuğu cep telefonu ve araba anahtarlarını kendisine saklıyor ve bunları saldırgana ulaşmak için kullanıyor. Saldırıdan dolayı zaten sinir harbi yaşayan Emad, bu tavrını okulda, tiyatroda, sosyal çevresindeki herkeste gösteriyor ve ruh sağlığının çok da iyi olmadığını yavaş yavaş görmeye başlıyoruz. Yine de, bağlı olduğu etiklerden ve de kendince kurallarından kopmamaya çalışarak hem Rana’nın gönlünü hoş tutmaya çalışıyor, hem de intikamının peşinden gitmeyi hedefliyor.
Saldırganın, eve hayat kadını için geldiğini düşünen ve yatak odasında bulduğu parayı da bu yüzden kullanmak istemeyen Emad’ın prensip sahibi ve inançlı bir insan olduğuna dair Farhadi bizleri şüpheden arındırıyor. Bu yüzden de, Emad’ın ilerleyen sahnelerde kötü bir şeyleri yapıp yapmama arasındaki çelişkilerinde kötü şeyler yapmamayı tercih edeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Tiyatro dönüşü bir fırının önünde, saldırganın arabasına rastlayan Emad, fırının içerisine dalarak türlü bahanelerle arabanın sahibini buluyor ve film de tam bu noktada gerilim unsurlarını da filmin içerisine katmaya başlıyor.
Filmin başından itibaren bizlere kadın-erkek ilişkisi anlatacağı sinyallerini veren Farhadi, bu katmanı oldukça güzel işledikten sonra ikinci katmana, yani intikam temasına yoğunlaşıyor. Emad’ın, pikapın sürücüsü olan genç delikanlı Majid ile tanışmasından sonra, Emad’ın neler yapacağını kestirmekte güçlük çekiyoruz çünkü Farhadi bizlere öyle bir karakter sunuyor ki, Rana haricinde kimsenin onu anlayamadığı kapalı bir kutuya tanıklık ediyoruz. Bu kutunun içerisinden kesitleri de bizlere tiyatro sahnesindeki diyaloglarda sunan Farhadi, karakter derinliği konusunda kesinlikle sınıf üstü bir iş çıkarıyor.
Eşine bu yapılanlardan Majid’in sorumlu olduğunu düşünen Emad, her şeyin başladığı yere, eski yıkılmak üzere olan evlerine eşya taşıtma bahanesiyle Majid’i davet ediyor. İzleyici olarak, Rana’nın başına gelen bu vahşi saldırının ardından her ne kadar Rana olayın peşini bırakmamızı – hatta polise bile anlatmamızı istemese de – biz de Emad gibi düşünüyor ve intikamın alınması gerektiğini hissediyoruz. Farhadi, tam olarak bunu düşünmemizi istiyor çünkü bir sonraki katmanda bize tokadı vuracak ve neden The Salesman’in bir kitap gibi film olduğunu bizlere gösterecek.
Majid ile Emad’ın yüzleşmesi bizleri heyecanlandırırken, Emad’ın heyecanı da bizim heyecanımız gibi suya düşüyor, çünkü eve gelen kişi, genç, yağız delikanlı – intikamı hak edecek kadar genç ve dişimize uygun – Majid yerine, kayın babası geliyor. Uzunca izlediğimiz, incelikle kurtarılmış gerilimli diyaloglardan anlıyoruz ki, aslında Majid değil, bizzat karşımızdaki kalp hastası adam saldırganın ta kendisi. İşte bu noktada, The Salesman, hikayesini bir manifestoya dönüştürüyor. Etik kavramının sınırlarını kesinlikle zorlayan Farhadi, bizleri bir sürü soruyla karşı karşıya bırakıyor. İntikam alınmalı mı? Yaşlı bir insandan intikam almak ne kadar doğru? İşlediği suçun ciddiyeti belliyken, hiçbir şey yapmamak ne kadar doğru? Yapmak ne kadar doğru? Majid olsa, bu ikilemlere düşmeyecek olmamız bizi iki yüzlü mü yapar yoksa onurlu mu?
Emad da bizim gibi, ikilemlerin arasında kalıyor ve adamı hapsedip tiyatroya koşuyor. Satıcı, ölüyor ve karısı onun ardından yas tutuyor…
Emad, rolü biter bitmez (!) eve geri dönüyor ve adamı hapsettiği yerden kaldırıyor. Adamın kalbinin iyice rahatsızlandığını gördükçe, merhamet duygumuz iyice kabarıyor ve bu saldırgan, ‘nefsine’ yenik düşen sapığın yerine, Emad’a öfke duymaya başlıyoruz, adamı bırakmıyor diye… Çünkü ölmek üzere olan birisi bizlerin gardını düşürüyor… Emad, bu sefer yalnız değil, Rana da onunla birlikte geliyor. Emad ise, Rana’ya bu olan bitene karışmamasını söylüyor ve Rana’yı bir başka odada bekletiyor. Adamın ailesine her şeyi anlatmayı planlayan Emad, adamın yalvarışlarını kaale almıyor fakat tam da bu esnada, kendisini dehşete düşürecek bir olay yaşanıyor: Adam, kalp krizi geçiriyor…
Bir katil olmaktan korkan Emad, adamı hayata döndürmek için elinden geleni yapıyor. Farhadi, bir intikam öyküsünü, sarpa saran bir suç ve ceza hikayesine öyle ustalıkla çeviriyor ki, bizleri de koltuklarımıza çiviliyor. Filmin son yarım saati, soluksuz bir gerilim eşliğinde, bizlerin beyinlerimizi aşırı yüklemeyle dolduruyor.
Sorular beynimizde dolanıyor, ne yapacağımızı bilemiyoruz ve de neyin doğru neyin yanlış olduğunu kestiremiyoruz. Rana, bize adamı affetmezsek çekip gideceğini söylüyor. Adamın ailesine adamı teslim edip etmemek arasında kalıyoruz, hiçbir şey yapıp yapmamak arasında kalıyoruz, Rana’yı kaybedip kaybetmemek arasında kalıyoruz. Bir şeyler yapmayı tercih ediyoruz. Bir tokat vuruyoruz. Adamın bıraktığı paraları geri veriyoruz ki ailesi bu paraların ne olduğunu sorsun… Adamı affetmiyoruz ama adamdan intikam da almıyoruz. Belki de alıyoruz?
Adam, bu sefer ölüyor mu?
Rana, artık sadece tiyatroda birlikte rol yapacağımız bir yabancı mı? Makyajlarımız bizi yeniden Rana ile birlik yapacak mı?
Ceza vermiş oluyor muyuz? Yoksa hiçbir şey yapmayıp üstüne bir de Rana’yı mı kaybediyoruz? Neyin doğru olduğunu biliyor muyuz? Ne yapmamız gerektiğini biliyor muyuz?
Farhadi, bizlere bu hikayeyi hediye ediyor. Kadın erkek ilişkilerini, intikam duygusunu, suç ve ceza kavramlarını, yaşlılığı, gençliği ve ölümü, normlarımızı, ahlak değerlerimizi, iyiyi, kötüyü, kısacası her şeyi 2 saatlik filminde inceliyor, sorguluyor, bizlere soruyor.
Biz olsak ne yapardık?
Satıcı ölüyor.
kaynak : www.seyirlistesi.co