YOU WERE NEVER REALLY HERE – İNCELEME
We Need to Talk About Kevin ile kendisini geniş kitlelere duyuran yönetmen Lynne Ramsay, 7 yıllık bir aranın ardından oldukça sancılı festival süreçlerini de geride bırakarak yeni filmi You Were Never Really Here ile tekrar izleyici karşısına çıkıyor.
Başrolünde Joaquin Phoenix’in oynadığı You Were Never Really Here, dağıtımcısı Amazon Studios’un amatörce pazarlama politikası yüzünden Cannes Film Festivali’ne yetiştirilemediği için filmin 70 dakikalık kısa montajlı hali yollanmasına rağmen Cannes’da En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini alarak herkesin dikkatini çekmiş ve filme olan beklenti artmıştı.
Lynne Ramsay, genel olarak karakter yazma işinden iyi anlayan bir yönetmen-senarist. Morvern Callar (2002) ile başlayıp, We Need to Talk About Kevin (2011) ile devam eden ‘sıradışı, ürkütücü’ karakterler yazma eğilimi, You Were Never Really Here ile oldukça olgun bir tarza kavuşuyor ve filmin genel kurgusu ve içeriğiyle birleşince karşımıza izlemesi oldukça keyifli bir ‘bulmaca’ çıkıyor.
Lynne Ramsay, genel manada, izleyicisiyle ve karakterleriyle sorunları olan bir yönetmen. Karakterlerini olağanın dışına çıkarmayı severken, izleyicinin aklıyla ve de ‘izleyici’ olma halleriyle dalga geçmeyi seven birisi. We Need to Talk About Kevin ile bunun ilk sinyallerini zaten alıyorduk, ancak 7 yıl aradan sonra karşımıza çıkardığı You Were Never Really Here ile diyebiliriz ki, Ramsay artık oturmuş bir tarza sahip ve bu tarz herkesin kolay kolay sindirebileceği türden değil.
Kısaca özetlemek gerekirse, çarpıcı, alaycı, vahşi ve gerçekdışı. You Were Never Really Here ile, anlatım tarzının doruklarında dolaşıp izleyiciyi sürekli filmin dışarısında tutmayı hedefleyen yönetmen, bunu oldukça iyi başarıyor. Donuk, çoğu yerde soluk renk kullanımları, aksiyon sahnelerinde dahi sıfır aksiyon kamerası kullanımı, şiddet sahnelerinde plana yönelik ‘kasıtlı’ güvenlik kamerası kesitleri ile izleyicisini kesinlikle film karakterlerinden uzakta tutuyor, hatta empatiye dahi izin vermek istemiyor. Çünkü film boyunca izleyeceğimiz ‘tek karakter’ empatiye ihtiyaç duyacağı tarzda bir kahramanlık öyküsünün baş karakteri değil.
Aksine, Lynne Ramsay bir anti-kahramanın nasıl yaratılacağının derslerini veriyor. Joaquin Phoenix gibi yetenekli, hatta son dönemin en yetenekli aktörüyle birlikte çalışma fırsatını elinde bulan Ramsay, Phoenix’in etinden sütünden faydalanıyor ve ondan tam anlamıyla tam performans alıyor. Sosyopat tavırlarını, saplantılı geçmişine bağlamamızı isteyen Ramsay, bunu bizlere direkt olarak anlatma klişesine girmeyerek, genel kurgu çerçevesine sadık kalarak ‘bulmacasının’ içerisine yerleştiriyor. Ne de olsa biz olayı yalnızca uzaktan, çok uzaktan takip eden şahitleriz ve detayları bilmek bizleri ‘filmin tam içine’ sokmak demek.
Joe (Joaquin Phoenix), gördüklerimize göre oldukça disiplinli, totaliter ve baskıcı bir babanın evladı. Annesine ve kendisine şiddet uygulayan babasına ne olduğu, bu travmadan nasıl kurtuldukları, annesiyle kendisinin yakınlığı hakkında hiçbir fikrimiz yok. Yalnızca Joe ve annesinin oldukça tuhaf, rahatsız edici diyaloglarından ipuçları yakalamaya çalışıyoruz ama Ramsay bu konuda bizlere pek yardımcı olmuyor. Joe’nun annesine düşkünlüğünü biliyoruz, ancak annesinin oldukça sürprizli ‘alzheimer’ hali bizleri diyalektikten uzaklaştırıyor. Önceki filminde ‘annelik’ ve ‘anne-oğul’ ilişkilerini sarsıcı, çoğunlukla rahatsız edici işleyen Ramsay, aynı izlenimi bu filmde aba altından sopa göstererek yapıyor ve bizleri ‘şüpheciliğe’ taşıyan ilk izleri de filmine bırakıyor.
Travmaları ve geçmişinin gölgesinde kalmış, zavallı hayatını da çoğu anti-kahramanda tanıklık ettiğimiz şekilde suça yönelerek dışa vurmuş Joe, bu bağlamda karakter olarak birçok karakterin birleşimi. Ramsay, bunu yapacağının ipuçlarını daha filmin ilk dakikalarında, Hitchcock’un Psycho’suna yaptığı atıfla bizlere söylüyor. Evet, You Were Never Really Here, Ramsay’in bir ustalara saygı tadındaki olay örgülerine ve sunum tarzına sahip.
Donuk, itici anlatım tarzını izleyicisine kabul ettirme kaygısı gütmeden, bu tarzını stilize etmek adına belli yöntemlere başvuran Ramsay, anti-kahraman öyküsünü, bu işi 2011 yılında Drive ile en iyi şekilde becermiş olan Nicolas Winding Refn’i bizlere hatırlatıyor. Müzik kurgusu ve tarzı açısından Drive ile oldukça benzerlik gösteren You Were Never Really Here soundtrack’i film boyunca bizlere Alfred Hitchcock tekinsizliğinde yediriliyor, Safdie Kardeşlerin suç alegorisi Good Time’da yaptığı gibi abartılı ve yer yer huzursuzluk verici şekilde izleyiciye aktarılıyor ve bunların tamamı bir Lynne Ramsay ‘donukluğunda’ gerçekleşiyor.
21. yüzyılın Taxi Driver’ı şeklinde ‘basit’ bir yakıştırmaya maruz kalan You Were Never Really Here, genel şeması itibariyle aslında Taxi Driver, ve tabii Travis Bickle ile çok da alakası olmayan şekilde ilerleyen bir film. Genel manada tek benzerlikleri suça bulaşmış, travmalı anti kahramanları anlatıyor olmaları ki bunu inceleyecek olursak, kıyas yapılacak tonla film elbette bulunabilir.
Ramsay, ne şiddeti stilize etme derdinde, ne abartma derdinde, ne de saklama derdinde. Şiddet, onun kurgusunda yalnızca bir tamamlayıcı unsur olarak kalıyor ve film boyunca ‘patlayış’ beklediğimiz karakterine bir öfke patlaması yaşatmadan filmini bitiriyor. İzleyiciye istediğini vermeme konusunda hastalık derecede takıntılı olan yönetmen, filmini şiddet temellerinden uzakta tutmadan, ancak şiddetin tam da içine sokmadan başlatıyor ve bitiriyor. Çoğu sahneyi yaşandıktan sonra izliyoruz, yer yer ‘cinayet sonrası’ görüntülerle baş başa kalıyoruz ve aksiyon sahnelerinde dahi, kapı/baca arasından olaylara tanıklık ediyoruz.
Çünkü aksi olursa, biz anti-kahraman hikayesi izliyor olmuyor; bir kahraman hikayesi izliyor oluyoruz. Lynne Ramsay, Joe ile hiçbir şekilde iletişim kurmamızı istemiyor. Şiddet onunla iletişim kurabilmemizin en temel unsuru, nihayetinde o bir anti kahraman ve onun öldürmesi gerekli. Öldürmese bile şiddete ‘vahşet’ göstererek meyilli olmalı. Bu olduğu zaman da, artık karakterle özdeşleşmiş oluyoruz ve anti kahraman birden bir kahramana dönüşüyor. (Drive filmindeki sürücü, Travis Bickle, Nocturnal Animals, vs.) Ancak Ramsay kesinlikle bunu istemiyor. Şiddetinin tadına yalnızca kendisine zarar verme eğiliminde olduğu zamanlarda vardığımız Joe, o kadar soğuk, uzak ve anlaşılmaz bir karakter ki, sanki gerçekten varmış gibi.
Varmış gibi. Evet, aslında filmin özeti bu. Olmuş gibi, varmış gibi, yaşanmış gibi. “Sanki Buradaymışsın Gibi” – /You Were Never Really Here.
Bir sürreal hikayenin orijinlerine tanıklık ediyoruz. Filmin son dakikalarında gezindiğimiz ‘savaş sonrası’, kan banyosu evin koridorlarında her şeyi birleştiriyoruz. Evet, tüm bunlar yaşanmış gibi. Birileri, küçük kızlara tecavüz etmiş gibi, küçük kız, kendisine tecavüz edeni öldürmüş gibi, evdeki diğer tüm pislikler de aynı şekilde ‘vahşi’ sona tanıklık etmiş gibi… Ya da bunlar hiç yaşanmamış gibi. “Sen Hiç Burada Değildin Ki” -/ You Were Never Really Here.Joe, bilinçaltındaki canavarlarla savaşırken yarattığı hayali kahramanlık öykülerinde mi geziniyordu? Koridorların her birinde, geçmişinden izleri gördükçe neyin gerçek, neyin sahte olduğunu ayırt edemediği noktaya kadar, bir kahramanmış gibi… Babası tarafından sürekli şiddete ve tacize maruz kalan annesini, tıpkı küçük kızı kurtardığı gibi kurtarmış gibi…
Bunların hepsi Joe’nun eseri mi? Tüm bu cesetler? Belki hepsi, belki hiçbiri, belki de yalnızca biri hariç. ‘Bölüm sonu canavarı’ hariç. Onu boğazı kesilmiş bir şekilde bulduğunda, gerçeklik duygusu ciddi anlamda ilk kez sarsılıyor. Bir kahramanken, hiçbir şey oluşuna tanıklık ediyor, tıpkı annesini kurtaramadığı zamanlardaki gibi… Yine bir şeyler, o müdahale edemeden olmuş bitmiş gibi, tıpkı askerlik yaptığı zamanlarda yiyecek verdiği küçük kızın birkaç adım ötesinde ölümüne müdahale edememesi gibi… İlk kez, yönetmenin kim olduğunu bilmeden izlesek adeta bir Lynch filmi olduğunu düşüneceğimiz sürreal sahnelerde, Joe’nun zihninin koridorlarında dolaşıyoruz ve her şey son düzlüğe giriyor. Joe, kahraman olmayı seçiyor, ya da inanmayı. Kahramanmış gibi…
Ya da ölüp gitmeyi, her şeyin son bulmasını istiyor. Bir kafenin ortasında, herkesin içinde. Şiirselmiş gibi.
Hava ölmek için de, kahraman olmak için de çok güzel.
Ramsay, en kişisel, en zorlu filmiyle gerçek anlamda bir tarza kavuşuyor.